İzmir’de sahaflık yapan 1925 Yozgat Boğazlıyan doğumlu ve Ermeni asıllı Süren Kocaoğlu, 1972 yılında İzmir’de Fahri Atabey’in yardımcısı Doktor Lütfi Bey’in arayıp bulamadığı bir kitabı 3 gün içinde bulup teslim edince, Doktor Lütfi Bey, Ankara’da yaptırdığı iş hanındaki dükkânlardan birini bedelsiz olarak ona vermek istemiş. Süren Kocaoğlu ise kabul etmemiş. Kocaoğlu, yıllar sonra pişmanlığını şöyle ifade ediyor:
“Ben mahcup olurum diye istemedim. Çekingenliğim yüzünden alamadım. O dükkânı alsaydım, öderdim bedelini. Buna efsane diyorum. Bu ömrümce böyle bir şey daha yaşamadım.”
Anadolu Üniversitesi İletişim Bilimleri Fakültesi yayını Magnet’in internet sitesinde, İzmir’de sahafçılık yapan 1925 Yozgat Boğazlıyan doğumlu ve Ermeni asıllı Süren Kocaoğlu ile yapılmış bir mülâkat yer alıyor.
Figen Müge Erel imzasını taşıyan mülâkat boyunca Kocaoğlu’ya zaman zaman sorulan, Ermeni olduğu için baskı görüp görmediğine dair sorulara rağmen, Kocaoğlu olumsuz bir cevap vermiyor.
“Aileniz Yozgat’tan neden göç etmiş? Baskı mı görmüşler?” sorusuna Kocaoğlu, “Ailemin göçü, normal bir göç. Nasıl ki Anadolu’dan bazı aileler ihtiyaçları nedeniyle gelirler, öyle...” diye karşılık veriyor.
Kocaoğlu, “Yaşamınız boyunca, kitap satıcılığında, ayakkabı ustalığında Ermeni olduğunuz için kötü bir davranışla karşılaştınız mı?” sorusuna da şu karşılığı veriyor:
“Samimiyetle söylüyorum. Ben hiç kimseden hüviyetimi gizlemedim. Kendime güvenirim. Ermeni olduğumu söyledim. Bazen bocalayış içinde oluyorlar. Ama ben inancımdan dolayı hüviyetimi gizlersem, o zaman kişilik sahibi olmadığım anlamına gelir.”
“Hiç Türkçe ad kullandınız mı?” sorusuna da Kocaoğlu, “Katiyen kullanmadım. Bana teklif gibi bir şey yaptılar. ‘Kendine hayrı olmayanın başkasına hayrı olmaz’ diye düşündüm daima” diye karşılık veriyor.
Kocaoğlu, “Çocuklarınızın ismi Ermenice mi?” sorusuna da “Evet, şöyle ki; birinin adı Murat. Murat aslında Hristiyan ismidir. Bunu çoğu vatandaş bilmiyor,Türk ismi diyorlar” diye karşılık veriyor.
“Müşterilerinizden Ermeni olduğunuz için hiçbir tepki gördünüz mü?” sorusuna da Kocaoğlu, bir keresinde kendisine hakaret edip kitabının parasını ödemeden giden bir müşterinin, daha sonra pişman olup gelerek, kitabın bedelinin çok üzerinde para ödediğini, “İnsanlığın örnekleri güzeldir” diyerek şöyle anlatıyor:
“Bu normal bence; bunda aşırı bir şey görmüyorum ben. Tek tük oldu ise de dolduruşa gelmiş kişilerdir. Hatta bir gün biri bana gelip ‘Vay Ermeni, bilmem ne!’ diyerek aldı kitabı gitti. Adamcağızın o kitabı alıp gitmesi bir roman teşkil eder. Üç-dört yıl geçti, 35 yaşlarında bu adam geldi. ‘Ustacığım’, dedi, ‘Ben senin kitabını alıp gittim, hakaret ettim. Rahat edemedim. Üzüldüm. Ne kadardı o kitap?’ dedi. ‘Bırak parasını, 100 liradır, 200 liradır, bunun önemi yok ki’ dedim. Çıkardı 1000 lira verdi. Ben ‘Hakkım neyse o’ dedim ama almadı parasının üzerini. İnsanlığın örnekleri güzeldir.”
Yoksul bir hayat süren Yozgat Boğazlıyanlı Ermeni asıllı sahaf Süren Kocaoğlu, hayatında kaçırdığı ve ‘efsane’ diyerek büyük önem atfettiği bir fırsatı da, hayıflanarak, şöyle anlatıyor:
“Birgün unutamadığım, hâlâ ara ara hatırlayıp aklımı kurcalayan bir olay yaşadım. Orta giyimli bir bey gelmişti 1972’de. Kitaplara bakıyordu. Bir müşteri karasızsa ‘Ne arıyor?’ diye merak ederiz. Hatta adama ‘Yeter beyefendi, ne arıyorsunuz?’ diye soracaktım ki adam ‘Usta’, dedi ‘Bir kitap arıyorum. Yıllardır bulamadım.’
‘Bulmaya çalışırım, bulursam nereyi arayayım?’ dedim. Bir kart verdi. Cebime attım. Kitabı birkaç gün içinde buldum. Kartı çıkartıp adrese baktım. Fahri Atabey’in yardımcısı, Doktor Lütfi Bey. Gittim belediyeye. Meclis toplantısı vardı. Bekledim. Beni meclis toplantısına soktu. Ben utandım. ‘İzmir’in en değerli sahafı. On yıldır aradığım kitabı Bey üç-beş gün içinde buldu’ diyerek beni takdim etti. Çok zengin, değerli bir adammış. Ankara’da Hacı Bayram Veli’de bir iş hanı yaptırıyordu. Bana ‘Gel usta, sana şuradan bir dükkân vereyim’ dedi. Bedelsiz verecekti. Ben mahcup olurum diye istemedim. Çekingenliğim yüzünden alamadım. O dükkânı alsaydım öderdim bedelini. Buna ‘efsane’ diyorum. Bu ömrümce böyle bir şey daha yaşamadım.”
“Türkiye’de gayri Müslim hayatlar” başlığı altında yayınlanan mülâkat şöyle:
1925'te doğan Süren Kocaoğlu,Ermeni asıllı.1928'de ailece İzmir'e göçmüşler.1943-44 yıllarında kitaplarla tanışmış ve bir daha da kopamamış.
1925'te doğan Süren Kocaoğlu,Ermeni asıllı.1928'de ailece İzmir'e göçmüşler.1943-44 yıllarında kitaplarla tanışmış ve bir daha da kopamamış. 1960'lı yıllarda İzmir Konak Kemeraltı'nda kitap satıcılığına başlamış,son birkaç yıla kadar işini zevkle yapmış Ermeni asıllı Süren Kocaoğlu;Türkiye'de gayrimüslim olmanın zorluklarını ve farklılığını anlattı.
_ Nerelisiniz?
Yozgat Boğazlıyanlıyım. Ailem ben çok küçükken İzmir'e göç etmiş.
_ Aileniz Yozgat'tan neden göç etmiş?Baskı mı görmüşler?
Ailemin göçü,normal bir göç. Nasıl ki Anadolu'dan bazı aileler ihtiyaçları nedeniyle gelirler, öyle...
_İzmir?de nasıl yaşadınız?Çocukluğunuz nasıldı?
Süren Kocoğlu: "Samimiyetle söylüyorum; ben kimseden hüviyetimi gizlemedim. "
Hatırladığım şey; yıkık, dökük, duvarları, saçakları bozuk, soğuk, yağmur geçiren bir barakada yaşayışımızdır. Burası Susuz Dede civarındaki evimizdi. Kendimi bildiğim yaş, 4-5 yaşlarıdır. Bu yaşımdan sonrasını hatırlıyorum. Çocukluğumda unutamadığım korkularımdan birini anlatıyım; arkadaşlarımla gezintiye çıkmıştık. Bir ara arkadaşlarımı kaybettim. Susuz Dede dediğim yer, o zaman kapkaranlık bir orman halindeydi. Beni çıra yakarak aramaya başlamışlar. Ben caddelerde ağlarken bir bekçi beni gördü. "Ne ağlıyorsun?" dedi. Kaybolduğumu söyleyince, "Evin adresini biliyor musun?" diye sordu. Bildiğimi söyledim. Beni karakola götürdü. Orada bir bekçi de beni eve ulaştırdı. Çocukluğumdan hatırladığım o karanlık beni hala rahatsız eder.
_Aileniz nasıl geçinirdi?
Hiçbir geçim kaynağımız yoktu.Babam Yozgat'ta,köyde ırgattı. Ailemiz dört kişiydi. Sonra iki kardeşim daha oldu. Burada da amelelik yaparak geçimini kazandı.
_Okula nasıl gittiniz?
Çok büyük fakirlik içindeydik. Güç bela gidebiliyordum. Defter,kitap almamız imkansızdı. Bu arada ben Ermeni Alfabesini bitirdim. Kısmen de olsa kendi lisanımı öğrenmiş oldum. Türkçe'yi de öyle. Hatta Ermenice zamanla silindi, ancak Türkçe'yi gayet güzel kullanır hale geldim. Okula zor bela iki yıl gidebildim. Ama bugün hiç olmazsa okuyup,yazabildiğim için mutluyum. Ermenice'nin ilerde kaybolabileceğini bilmiyordum. Bugün bu nedenle, lisanımı kaybettiğim için üzüntülüyüm.
_Okulu bıraktınız; sonra ne yaptınız?
Hatay tarafında bir işe girdim. Ailem beni işe verdi. Ayakkabı işi yapan Selanikli bir ustaydı. Bunca yıl geçti, ben onu unutmadım. Bir süre oraya gittim.ilk kitaplarla da orada tanıştım.
_Peki İkinci Dünya Savaşı yıllarında gayrimüslimler yönelik "20 Kura Askerlik" uygulaması olmuş; ailenizden bu dönemde askere giden oldu mu?
Babam gitti. İhtiyat askerliğiydi. Devlettin altı ay kadar bir çağrısı oldu; kritik bir dönemde olduğundan zannımca.
_Babanız askerdeyken nasıl geçindiniz?
Rahmetli ağabeyim, ailesine sadık bir kişiydi. İyi bir yapısı vardı. Onun sayesinde ailenin geçimi temin edildi. O da işçiydi ama kazandığını eve harcardı.
_Askerlik uygulamasından sonra "Varlık Vergisi" uygulaması olmuş; aileniz bu uygulamadan etkilendi mi?
Şartların ağır olduğunu söyleyebilirim. Biz evimizden ayrılmıştık o zaman, yokluk içinde ilk bulduğumuz eve taşınmıştık komşuların sayesinde. Varlık Vergisi nedeniyle kritik bir dönemden geçtik o ev alınmak üzereydi elimizden, sonradan değer bakımından dikkate alıp bizimkini affa uğrattılar.
_Sizinle beraber göç eden akrabalarınız da var mıydı?
Vardı. İyiydiler. Ama zamanla herkes maddiyat peşinde koşup buna ulaşınca bizi biraz aşağı gördüler.
_Ustanızdan söz ettiniz; ne ustasıydı?
Ayakkabı imalatı, ısmarlama ayakkabı dikimi,tamirat.
_Sonra ne yaptınız?
Süren Kocoğlu: "Samimiyetle söylüyorum; ben kimseden hüviyetimi gizlemedim. "
1938'den 41'e kadar çeşitli işlerde çalıştım. Manavlarda öteberi taşıdım;tuğla harmanında çalıştım.. Böyle koşuştururken Varlık Vergisi'nin yarattığı büyük krizde yine boşta kaldım. Bir gün, bir şahıs geldi ve bana bahçıvan olarak bahçesinde çalışmak ister miyim diye sordu. Kabul ettim. Tanınmış bir kulak burun boğaz doktoruydu. Yattığımız yerde küçücük bir kulübeydi. Biz de çocuktuk,o yaşta her şey hoş karşılanıyor. Bir süre sonra ayrıldım o işten. O bey de biraz köle zihniyeti taşıyan bir kişiydi. İhtiyaçlarımızı pek karşılayamadı. O aralar kitaplarla tanıştım; yeni bir ufuk, yeni bir alemdi benim için. Dünyanın güzelliğinin farkına varmamda yardımcı oldu. Farklı kitaplarla yeni dünyaları öğrendim. Nat Pinkerton'la başladım. Bu kitapların seviyesini zaman zaman arttırdıkça, her şeyi artık daha iyi görmeye, daha kritik gözle bakmaya başladım. Batı edebiyatını, Türk edebiyatını çok sevdim. Sonsuz bir heyecan, bir dünya verdi bana kitaplar.
_Peki kitap satıcılığına nasıl,ne zaman başladınız?
Tesadüf diyebilirim. Ben birkaç yerde çalıştıktan sonra,ki o zamanlarımı esaret olarak görüyorum; kendi başıma iş yapmak için Kemeraltı'nda ufak çaplı bir dükkan açtım. Bütçeme göreydi. Orada 10 yıl iyi kötü ayakta durdum. Ismarlama ayakkabı imalatı, tamiri üzerineydi. O arada kitaplarla ilişkimi dükkanda da sürdürüyordum. Eski kitap satanlardan, seyyarlardan alıyordum.dükkanı ayakta tutabilmem için gelir sağlamam lazımdı. Oradan aklıma geldi. Akşamları dükkanı sattıktan sonra 12'ye kadar Konak civarında sergi açmaya başladım. Bu, 1960'ların başıydı.
_Yaşamınız boyunca , kitap satıcılığında, ayakkabı ustalığında Ermeni olduğunuz için kötü bir davranışla karşılaştınız mı?
Samimiyetle söylüyorum. Ben hiç kimseden hüviyetimi gizlemedim. Kendime güvenirim. Ermeni olduğumu söyledim. Bazen bocalayış içinde oluyorlar. Ama ben inancımdan dolayı hüviyetimi gizlersem, o zaman kişilik sahibi olmadığım anlamına gelir.
_Hiç Türkçe ad kullandınız mı?
Katiyen kullanmadım. Bana teklif gibi bir şey yaptılar. "Kendine hayrı olmayanın başkasına hayrı olmaz" diye düşündüm daima.
_Peki ya evliliğiniz? Hiç söz etmediniz?
Ayakkabı üzerinde çalıştığım yıllarda eşim, ayakkabısını tamir ettirmeye geldi. O sıralarda evlenmeye gücüm yoktu. Şakadan takıldım bir-iki kere. O alevlendi. 1960'ta da evlendik. Kendisi de Ermenidir. Şimdi iki oğlum var. Biri 1963, diğeri 1966 doğumlu. Her ikisi de burada ve çalışıyorlar. Ufak olanı evlendi ve taşındı.
_Çocuklarınızın ismi Ermenice mi?
Evet şöyle ki; birinin adı Murat. Murat aslında hristiyan ismidir. Bunu çoğu vatandaş bilmiyor,Türk ismi diyorlar.
_Dükkanı kapattıktan sonra hep kitap satarak mı geçindiniz?
Evet.1970'ler gibi dükkanı kapattım. İlk olarak sinemaların orada Akbank vardı. Önünde açıyordum sergimi. Orası güzeldi; bir dükkan gibiydi mimarisi.. Yağmurda, soğukta korunaklıydı. Sonra tadilatlar oldu. Ben daha aşağılara, kapı aralarına gittim. Bir ara pasajların önünde bulundum. Beş-altı yer değiştirdim.1980'lerin başında biz sinemaların dağılma saatini beklerdik. 12'de dağılırdı ve o bize epeyce bir fayda verirdi. 12 Eylül 1980'de 12 Eylül devriminde seyyar satıcılara caddeye çıkma yasağı kondu. O zamandan sonra ben Kemeraltı-Konak civarında hep yer değiştirerek çalıştım; ta ki 1988 yılında yaşlılığın etkisiyle hastalanıp,yataklara düşene kadar..
_Müşterilerinizden Ermeni olduğunuz için hiçbir tepki gördünüz mü?
Bu normal bence; bunda aşırı bir şey görmüyorum ben. Tek tük oldu ise de dolduruşa gelmiş kişilerdir. Hatta bir gün biri bana gelip "Vay Ermeni, bilmem ne" diyerek aldı kitabı gitti. Adamcağızın o kitabı alıp gitmesi bir roman teşkil eder. Üç-dört yıl geçti, 35 yaşlarında bu adam geldi. "Ustacığım," dedi, "ben senin kitabını alıp gittim, hakaret ettim. Rahat edemedim. Üzüldüm. Ne kadardı o kitap? " dedi. "Bırak parasını, 100 liradır, 200 liradır, bunun önemi yok ki.." dedim. Çıkardı 1000 lira verdi. Ben "Hakkım neyse o" dedim ama almadı parasının üzerini. İnsanlığın örnekleri güzeldir.
_Az önce "yataklara düşene kadar" dediniz. Çok zor olmadı mı sizin için bir anlamda sokaklara, kitaplara veda etmek?
Olmaz mı; hem de çok zor oldu. Hastalığım uzun sürmedi çok şükür; bir süre sonra toparladım kendimi.Tabii kitaplar, sokaklar bir anlamda benim özgürlüğümdü; her şeyimdi. Artık yaşlılığımın el verdiğince yaşayabiliyorum özgürlüğümü. Ama bir şey de biliyorum ki; her şey burada bitiyor (eliyle kafasını işaret ediyor) o yüzden huzurluyum. Hayattan bir şey öğrendim; şikayet etmek hiçbir işe yaramaz; insanın kendisine mutsuzluk vermesinden, kötülük etmesinden başka. Şimdi de çocuklarım bakıyor bana; bir de yanımdan ayırmadığım kitaplarım...
_Peki; son olarak ekleyeceğiniz bir şey var mı?
Hastalığımdan kısa bir süre önce, son müşterilerimden biriyle konuşurken; "Hayatım bir roman" demişti. Ona yaşını sorduğumda, "20" diye yanıtlamıştı. Bende ona; "20 romansın" dedim; "hayat bir romanla, bir kitapla bitmez." Her yılın, her yaşın heyecanları,bölümleri ayrı. Keza kendi payıma belki büyütüyorum hayatımı. Bir efsaneyi yaşadığımı söyleyebilirim. Ölüm kalım,sevinçler,davetler. Sonunu şöyle bağlayayım: Bir gün unutamadığım, hala ara ara hatırlayıp aklımı kurcalayan bir olay yaşadım. Orta giyimli bir bey gelmişti 1972'de. Kitaplara bakıyordu. Bir müşteri karasızsa "Ne arıyor?" diye merak ederiz. Hatta adama "Yeter beyefendi; ne arıyorsunuz?" diye soracaktım ki adam "Usta," dedi "Bir kitap arıyorum. Yıllardır bulamadım." "Bulmaya çalışırım,bulursam nereyi arıyayım," dedim. Bir kart verdi. Cebime attım. Kitabı birkaç gün içinde buldum. Kartı çıkartıp, adrese baktım. Fahri Atabey'in yardımcısı, doktor Lütfi Bey. Gittim belediyeye. Meclis toplantısı vardı. Bekledim. Beni meclis toplantısına soktu., ben utandım. " İzmir'in en değerli sahafı. On yıldır aradığım kitabı bey üç-beş gün içinde buldu." Diyerek beni takdim etti. Çok zengin, değerli bir adammış. Ankara'da Hacı Bayram Veli'de bir iş hanı yaptırıyordu. Bana "Gel usta sana şuradan bir dükkan vereyim" dedi. Bedelsiz verecekti. Ben mahcup olurum diye istemedim. Çekingenliğim yüzünden alamadım. O dükkanı alsaydım öderdim bedelini. Buna efsane diyorum. Bu ömrümce böyle bir şey daha yaşamadım.
1 yorum:
dis ülkelerin anadolu halkini birbirine düsürmesiyle bu güzel insanlar cografyamizdan göc ettiler. göce zorlandilar. keske iki tarafta bu hatalari yapmasaydida kardesce bir arada yasayabilseydik.
Yorum Gönder